‘Oraya Kendimi Koydum’ Asuman Susam’ın hazırladığı, 11 kadın şairin çalışmasının yer aldığı bir belgesel şiirler toplamı. Kitap, farklı kesimlerden kadınların ve birkaç LGBT’linin bizimhikayemiz.org adlı platforma yazdığı güncelerden, onların hikayelerinden yola çıkılarak hazırlanan sözlü tarih çalışmasının şiirsel sunumu. Kitabın ‘sunu’ bölümünde de belirtildiği gibi, belgesel şiir, kamusal alanla özel alanı buluşturan, her türlü belge, kayıt, duyusal ve görsel malzemeyi de içine alan bir deney alanı.
Belgesel kavramı, daha çok sinema ya da fotoğrafla ilişkilendirilir. Görsel ya da yazılı (gazete kupürleri, siyasi broşürler vs.) materyaller kullanılarak çekilen fotoğraflarda ya da filmlerde, aslolan belgelenen gerçekliktir; fotoğraf ya da sinema dili ise o belgeleri etkili biçimde sunmanın yöntemidir. Belgesel şiirde de durum benzer aslında. Belgeyi şiir formunda sunmak, şiirsel dil sayesinde belgenin görünürlüğünü ve etkisini arttırmak anlamına geliyor. Henüz çok yeni sayılabilecek bu türün, 20’nci yüzyılın başlarında Muriel Rukeyser ve Williams Carlos Williams’ın, sosyal açıdan anlamlı şiirler yazmak için bazı belgeleri şiirlerinde kullanmalarıyla başladığını söyleyebiliriz.
Belgesel şiirin etkileyici bir örneğiyle, geçtiğimiz yıl, 3-5 Kasım 2022 tarihleri arasında gerçekleşen 5’nci Çevrimdışı İstanbul Uluslararası Şiir Festivali’nde karşılaşmıştık. Festivale katılan İsveçli şair İda Börjel, Ukrayna’daki savaş esnasında evlerini arayarak telefon görüşmesi yapan Rus askerlerinin, İsveç istihbaratı tarafından deşifre edilen telefon kayıtlarındaki konuşmaları doğrudan kullanarak oluşturduğu belgesel şiirlerini okumuştu. Efe Duyan’ın Türkçeye çevirdiği şiirlerin birinde, “sana bir paket gönderebilir miyiz diye/ soruyor baban” diyordu Rus askerinin annesi telefonda. Askerin cevabı çok açıktı: “anne/ buraya paket/ mi gönderilir hiç/ neden bahsediyorsun/ ne oluyor// anne ben ukrayna’dayım/ gerçek bir savaş var/ maalesef/ tüm şehirleri bombalayıp duruyoruz/ sivilleri bile vurduk// kollarını açıp sizi kucaklayacaklar/ demişlerdi/ onun yerine araçların altında eziliyorlar/ hatta önlerine yatıyorlar/ kendilerini atıyorlar tekerlerin altına/ geçmeyelim diye/ bize faşist diyorlar anne/ çok korkunç.”
ONUN BİR KOLTUĞU VAR, BENİM BİR KOLTUĞUM YOK
‘Oraya Kendimi Koydum’ adlı kitapta, Anita Sezgener, Asuman Susam, Ece Eldek, E. İrem Az, Mihrap Aydın, Miray Çakıroğlu, Monica Papi, Nur Alan, Petek Sinem Dulun, Selcan Peksan ve Sevinç Çalhanoğlu, okudukları hikayelere müdahale etmeden, “şiir bize ne yapar”, “biz şiirle ne yaparız” sorularını sormuşlar kendilerine ve ortaya bu belgesel şiirler toplamı çıkmış. Aslında her şiirde birbirinden önemli ayrıntılar, hayatın zindana dönüştürülme eğrisini doğrudan işaret eden çok fazla detay, çok acıtıcı dizeler var. Maalesef, örnek oluşturması açısından ancak birkaçını buraya alabileceğim.
Miray Çakıroğlu, İzmir’den ED adlı kadının siteye yazdıklarını şiirleştirmiş. “Bugün ben temizlik işi yapıyorum ama/ Benimle aynı yaşta olan kadına hizmet ediyorum/ Onunla benim aramdaki fark ne?/ O da kadın ben de kadın/ Onun da iki eli var iki ayağı var, iki gözü/ Sadece bir koltuk fazlası var./ Onun bir koltuğu var,/ benim bir koltuğum yok.” ED, farkında olarak ya da olmayarak, her şeyin sınıfsal olduğunu ‘koltuk’ kavramı üzerinden, çok etkileyici biçimde vurgulamış. Eğer fiziksel bir engeli yoksa, herkesin iki kolu, iki bacağı, iki gözü vardır. Fizyolojik özellikleri hemen hemen aynıdır. Kaldı ki, bir temizlik işçisi, estetik anlamda daha alımlı, psikolojik olarak daha sağlıklı, kişilik örgütlenmeleri açısından, kültürel donanım ya da zeka/ alımlama düzeyi olarak daha ileri olabilir hizmet ettiği kadına oranla. Eğer bir koltuğu yoksa, tüm bu özelliklerin hiç önemi yoktur. Çünkü mesele sınıfsaldır ve sınıfı belirleyen koltuktur. Daha doğrusu, koltuk kavramıyla simgeleşen mal varlığı, meta değeridir.
ÇOK UZAĞA GİDEMİYORUZ, İPLER KISA
Aile, baba, namus gibi dikenli tellerle çepeçevre kuşatılanlar için kabus nerede başlar, nerede biter? Başlangıcını bulmak kısmen kolay da, biter mi, o konuda olumlu bir şey söylemek zor. Çok büyük travmalar ya da şiddet olmadığında bile, kadınlık görevleri diye bir şey var mesela, aman baban duymasın anlayışı var, evden uzaklaşma tembihi var, yani, topyekun bir psikolojik şiddet var.
Monica Papi, ‘Bir Kız Bir Erkek’ adlı belgesel şiirinde dipsiz bir suçluluk duygusuna işaret ediyor. Düzen, kadını suçlu olarak göstermiyor yalnızca, her türlü manipülasyonu yaparak kadının kendini suçlu hissetmesini sağlıyor. İktidar mekanizmalarının ağzından düşürmedikleri, kendi eril tahtlarını korumak amacıyla koruyup kolladıkları Türk aile yapısı bu olsa gerek. “Hep kendimi babamın söylediği şeylerle yargıladım. Kadınlık görevlerimi yerine getiremedim galiba” diyor İzmir’den ED. Sonra da, “Kadınlık görevleri nedir bilmiyorum hala” diye ekliyor. Ne olduğu gerçekten de açık biçimde belli olmayan, ucu açık bir kavram kadınlık görevi. Şiddet gördüğünde de terk edildiğinde de kadını suçlu göstermek, dahası kadının kendisini sorumlu ve suçlu hissetmesini sağlamak için yaratılmış ucube bir kavram.
Yine aynı çalışmada, Antep’ten NT’nin söyledikleri şöyle şiirleştirilmiş: “Yani o dağın arkasında ne var ne yok çok merak ederdim/ ama ben dünyayı sadece ora zannederdim/ ve derdim ki/ hala da gülerim o şeyime/ ‘Dünya’ derdim/ ‘Ne kadar büyük, ne kadar geniş yer’ derdim.” İzmir’den MC ise diyor ki: “Ortaokulu bitirdim, liseyi/ Hep İzmir’de. Hep yürüyüş mesafesinde. Yani çok uzağa gidemiyoruz/ ipler kısa.” Selcan Peksan ise ‘Beri’ adlı belgesel şiirinde, İstanbul’dan AT’nin söylediklerini “Dünyaya nereden açıldım?/ Köyün dışında, başka bir dünya olduğunu,/ 10 yaşlarında falandık, falandım öyle/ Radyodan öğrendim.” dizeleriyle anlatıyor. İstanbul, İzmir, Antep fark etmiyor, çizilen dar alan da kurulan kapan da hep aynı.
KENDİ GÖZLERİNİ NİYE ÖYLE KAZIDI?
Çünkü otoritenin temsil gücünü elinde tutan, şiddet uygulamanın, toplumsal cinsiyet açısından kendisine bir imtiyaz olarak sunulduğu inancıyla yetiştirilen bir baba gerçeği var karşımızda. Nur Alan’ın, ‘Baba Demeler Sıklığı’ adlı belgesel şiirinde Ankara’dan NT babasından yediği tokadı anlatıyor: “Eski adı ile Yahudi Mahallesi. Havra vardı./ Musevi çocuklarla. Çok da güzel arkadaşlarımız./ Bir gün ben havraya girdim. Babam dışarı beni./ Bana bi tokat.” Yine Nur Alan’ın çalışmasında, İzmir’den ED de diyor ki: “Babam otoriter. Şey birazcık mesafe./ Bir korku. Anadolu tarzı bir şey. Baba./ Şiddet de gördük. Annem de gördü./ Çocuktuk, bir arkadaşımız hadi gidelim./ Çağla yiyelim diye. Gittik yedik./ Babam karşıladı. Dayak yedim.” Dayak hep aynı dayak, çünkü cennetten çıkma olduğuna inanılıyor bir bakıma, ama nedenler muhtelif. Musevi çocuklarla arkadaş olup havraya girmek ya da çağla yemek!
Monica Papi’nin ‘İnsan Neresinden Başlar Ki?’ adlı belgesel şiirlerinin bir bölümünde, İzmir’den ED, fotoğraftan gözlerini kazıyan çocuğunu anlatıyor. Babayı silerken hayatından, kendi gözlerini de kazıyan çocuğunu. “Bir gün bir baktım ki benim oğluma. Ey ya rabbim./ Ne yapmış biliyor musunuz?/ Askeri kimliğinden babasının adını kazımış. Onu yok etmiş orada./ Kendisinin de fotoğrafta gözlerini oymuş./ Yani tamam. Babayı siliyor hayatından./ Bu o demek. İsmini kazıyor böyle.// Kendi gözlerini niye öyle kazıdı?/ Onu bilemiyorum.”
ALDIĞI HER NEFESİ SÖKE SÖKE ALANLAR
Ece Eldek’in kaleme aldığı ‘Kod adı Bilinç’ adlı belgesel şiirde, İstanbul’dan AT’nin hikayesine tanık oluyoruz. “son dakka kukulu çıkınca herkes şaşırmış” dizesiyle başlıyor şiir. “’Kız Fatma’ dediler/ erkek gibi davrandığım için/ reddettim/ saçlarımı kestirdim/ yıllarca erkek tıraşıyla dolaştım/ herkes yatınca pencereden dışarı çıktım.” Oysa erkek tıraşıyla dolaşan, kendini erkek gibi hisseden Kız Fatma’dan, evde hep toz alması beklenir: “vitrine gelir babam/ az bile olsa/ bir parmak toz/ pis misin sen/ ‘bilmeeem’.” Bir de elmanın kabuğunu yukarıdan aşağı değil de, yuvarlak soyması gerekiyordur. “neden erkek değil de kadın soyuyo” diye sorar AT. Elbette yanlış sorudur bu. Bizim toplumda elmayı kadın soyar. Soyar soymasına da, elmanın bir de soyulma şekli vardır. Bu, Türk aile yapısının temellerinden biridir. Yuvarlak soyulur elma. Elmayı soyma şeklini bilmek de kadınlık görevlerine dahildir çünkü. AT, iki yıl sonra patronuyla buluştuğunda, “sen bayağı kadın olmuşsun” der patronu. “var olmak için öyle olmak zorundayız/ evet, şimdi kadınım/ o zaman da kadındım/ hala, kadınım” diye cevap verir AT. Büyük ihtimalle içinden!
Asuman Susam’ın şiirleştirdiği “Hepimiz Hep Bir Yaşam Arıyoruz” ise Ankara’dan bir trans bireyin, NT’nin hikayesi. “Çaktırmamaya çalışıyordum cinsiyet kimliğimi” diyen NT, sonrasında şöyle devam ediyor: “Bir gün uyandığımda babamın elinde bıçak./ beni yani öldürüp öldürmemek arasında./ O kadar hastaymışım, o kadar sapıkmışım, o kadar iğrençmişim!/ Gibi hissettim ki… o kadar hissettirildim ki./ Ağlıyordum sadece.”
Nur Alan’ın bir bant-kolaj şeklinde yazdığı belgesel şiirde ise, İstanbul’dan MC, “Şu aldığım her nefesi söke söke aldım” diyor. Bence kitabın anahtar cümlesi bu. Nefes alma, tıbbi adıyla inspirasyon, solunum kaslarının kasılması, ardından göğüs kafesinin genişlemesi ve akciğerlerin göğüs duvarına doğru çekilmesiyle gerçekleşir. Bunu biz istemli olarak yapmayız. Kimse solunum kasımı kasayım, sonra göğüs kafesimi genişleteyim, diye düşünmez. Nefes almak bir reflekstir.
Bu kitap, her nefesini hayattan söke söke alanların hikayelerinden oluşuyor.